Ebû Hanife Nu’man b. Sabit b. Zuta b. Mah (İmam-ı Azam)

Ebû Hanife Nu’man b. Sabit b. Zuta b. Mah (İmam-ı Azam)

Tam adı, Ebû Hanîfe Nu’man b. Sabit b. Zûtâ b. Mah’tır. Ebû Hanîfe ve İmam-ı Âzam isimleriyle üne kavuştu. Ebû Hanîfe künyesinin “Hanîfe” denilen bir tür yazı hokkasını yanında taşımasından dolayı bu lakabın verildiği de söylenmektedir. Hicri 80-699 yılında Kûfe’de doğdu. Dedesinin İran’dan Irak’a köle olarak getirildiği daha sonra azat edildiği, babasının ise hür olarak doğduğu bilinmektedir. Ebû İshak “Tabakat” isimli eserinde Ebû Hanîfe için “Numan b. Sabit b. Zûta b. Mah, Teymullah b. Sa’lab kabilesinin mevalisindendir.” demektedir. İmam Ebû Hanîfe’nin kumaş tüccarlığı yaptığı, ilimle meşgul olmaya başladığında ise ortakları vasıtasıyla ticaretini sürdürdüğü bilinmektedir. Ebû Hanîfe’nin annesi, eşi Sabit vefat edince İmam Caferi Sadık ile evlendi.

Aslen Arap olmadığı, dedelerinin Fars veya Türk kökenli olduğu yönünde çeşitli bilgiler bulunmaktadır. en-Nevevî, aslen nereli olduğu hususunda meydana gelen ihtilaflara da değinmektedir. Bu konuda gelen rivayetlerde, Ebû Hanîfe’nin Kabil, Babil, Sebe, Enbar ve Tirmiz gibi değişik şehirlere nispet edildiğini söylemektedir. Nispet edildiği memleket hakkında ihtilaflar vardır. Dolayısıyla birçok kavme nispet edilmektedir.

Kûfe’de ilim tahsil ettiği gibi orada ilmî tartışmalara katıldı, hocalık yaptı. Kaynaklar babasıyla ilgili fazla bilgi içermemektedir. Zengin bir tüccar ve dindar kişiliğe sahip aileden geldiği rivayet edilmektedir. İlk tahsiline Kûfe’de Kur’an-ı Kerimi ezberleyerek başladı. Daha sonra Kûfe’nin en ileri gelen âlimlerinden Ebû Amir Şa’bi ile görüşme imkânını buldu. Bu görüşmeden etkilendi, onun da teşvikleriyle kelam, hadis, kıraat gibi ilimleri okudu. Sahabeden olan Abdullah b. Cüz ez-Zebidî’den hadis dinledi. Ayrıca babasıyla Mekke’ye yaptığı seferde orada hadis dinlediği rivayet edilmektedir.

Henüz ilim tahsiline başlamadan önce -daha çocukken babasıyla Mekke’ye gidip bazı sahabeleri gördüğü söylenmektedir. Buna göre o tabiîndendir. Bazı rivayetlerde, “Ben Hz. Peygamber’in yedi ashabını gördüm.” dediği ileri sürülmektedir. Onun zikrettiği ashap, Enes b. Malik, Abdullah b. Cüz’ ez-Zebidî, Cabir b. Abdullah, Ma’kal b. Yesar, Vasile b. el-Aska, Aişe binti Ömer ve Abdullah b. Enis’tir. Kur’an’ı Asım kıratına göre hıfz etti. Hadis, nahiv, edep ve şiirde bilgi sahibiydi. İtikat alanında bazı kelamî fırkalarla tartışmalarda bulundu. Bunlar için Basra şehrine gidip, bazen bir yıl orada kalırdı. Fıkıh ilmine yönelmesi ile ilgili kendisinin şöyle dediği rivayet edilmektedir: “Bütün ilimleri okudum. Her biri üzerinde düşündüm. Faydası ve akıbetini düşündüm. Aklıma gelen ilk ilim kelam ilmi oldu. Fakat bu ilmin sonu iyi olmayan ve faydası az olan bir ilim olarak gördüm. Çünkü bu alanda kemale eren bir kişinin, bildiklerini her yerde söylemesi mümkün değildir. Batıl konuşuyor denilecektir. Daha sonra edebiyat ve nahiv ilmiyle uğraşmayı düşündüm. Bunun da sonu, çocuklarla oturup onlarla uğraşmayı gerektirir diye düşündüm. Sonra şiir ilmine yönelmek istedim baktım ki bunun da sonunda ya birilerini metih veya zem etmek ya da yalan konuşmayı gerektirecektir. Ayrıca şiir kişinin dininde eksiklik meydana getirir. Ondan sonra kıraat ilmini araştırdım. Baktım ki, bu alanda istenilen konuma eriştiğimde, benden ders almak isteyen okumaya yeni başlayan çocuklarla bir arada olacağım. Bu durumda Kur’an ve manaları hakkında söz etmek ise zor olacaktır.

Daha sonra hadis ilmini talep ettim. Fakat bu alanda insanlara faydalı olabilmek için çok hadis toplamak gerektiğini düşündüm. Bu da uzun bir ömür gerektirmektedir. Ayrıca bana ihtiyaç duyulduğunda, sadece gençler etrafıma toplanır. Onlar da bana yalan ve zihin zayıflığı suçlamasında bulunabilirler. Bu suçlama kıyamete kadar bende kalır diye düşündüm. Daha sonra fıkıh alanına yöneldim. Her araştırdığımda gördüm ki bu ilim kişiyi yüceltir. Bu ilimde kişiye yapışıp kalacak bir kusur görmedim. Âlimler, fakihler, meşayih ve basiretli insanlarla oturmayı ve ahlaklarıyla muttasıf olmayı kendime görev bildim. Böylece fıkha yöneldim. Gördüm ki, farzları eda etmek, dini ikame etmek, ibadetleri yerine getirmek ve dünya ile ahireti talep etmek ancak bu ilim dalını bilmekle olur. Bununla her kim dünyayı talep etmeyi dilerse, o büyük bir şey talep etmiştir ve herkim kendini bununla ibadete verirse, hiç kimse ilimsiz ibadet etmiştir diyemez. Onun yaptığı fıkıhtır ve bilinçli bir ibadettir.”

Daha sonra fetva kabiliyetini elde etmek için dönemin büyük âlimlerinden ders aldı. O, Irak bölgesinin en büyük âlimlerinden olan Hammad b. Süleyman’dan uzun müddet ilim tahsil ederek yetişti. Onun döneminde Kûfe şehri Irak fakihlerinin merkezi idi. Basra şehri ise itikat alanının derinliğine inen muhtelif fırkaların merkezi konumundaydı. Dolayısıyla bu düşünce çevrelerinin onun hayatında önemli bir yeri oldu. Nitekim “Ben ilim ve fıkıh madeninin merkezindeydim. İlim ehliyle oturdum. Onların fakihlerinden birisinden fıkıh aldım.” dedi.

İlim hocası Hammad b. Süleyman’dır. Yanında yirmi sekiz yıl talebelik yaptı. Vefatı üzerine onun ilmî mirasını devam ettirdi ve öğrencilere dersler verdi. Ayrıca İmam Malik’le de bir iletişimi olmakla birlikte Iraklı, Afganlı, Mısırlı hocalarla da dersler yaptı. Öğrencilerine dersler verirken konuyla ilgili meseleleri tek tek inceledi, öğrencilerinin fikirlerini aldı, kendi fikrini delilleriyle birlikte söyledi. Yetiştirdiği öğrencilerin birkaç bini bulduğu, kırk tanesinin içtihat edebilecek seviyeye yükseldiği söylenmektedir. Birçok hadis ve fıkıh meclislerine iştirak etti, yüze yakın âlimle görüştü. İlmî şöhreti kısa sürede etrafa yayıldı. Dolayısıyla her taraftan gelen öğrenciler onun ders halkasına iştirak etti. Böylece Ebû Yusuf, Muhammed, Zufer, Davud et-Taî, Esed b. Amr, Hasan b. Ziyad, Kasım b. Maan, Ali b. Muhsir, Mindah b. Ali ve Hiban b. Ali gibi içtihat derecesine ulaşan onlarca öğrenci yetiştirdi.

Döneminin önde gelen âlimlerinden oldukça iltifat gördü. İmam Şâfiî onun için “Fıkıhta herkes Ebû Hanîfe’nin aile ferdi sayılır.” dedi. İmam Mâlik de Ebû Hanîfe için “Şu direğin altından olduğunu iddia etse bunu kanıtlayabilir.” dedi.

Fıkhı “kişinin lehine ve aleyhine olan şeyleri bilmesi” olarak tarif etti. O, bir hüküm hakkında karar verirken ilk önce Kur’an’a müracaat edeceğini, eğer bunda bulamazsa Hz. Peygamber’in sünnetine başvuracağını, bunda da bulamazsa sahabe kavlinden istediği görüşü benimseyeceğini, son olarak bunlarda da bulamazsa içtihat edeceğini söyledi. Bulunduğu bölge karmaşık birçok olayın meydana geldiği ve çözüm bekleyen sorunlar olduğu için kıyas metodunu sıkça kullandı. Fıkıh meselelerini birçok yönden ele aldığı için ehli hadis ekolünün aksine farazi meseleleri de içtihadına konu etti. Kendisine intikal eden sorunları çözüme kavuştururken ayetleri, hadisleri ve fıkıh kuralları içinde bulunulan dönemin şartlarını, insanların ihtiyacı, dinin genel yapısı açısından yeniden yorumladı. Büluğ çağına gelmiş olan kız çocuklarının velileri olmadan evlenebileceği, sefihin ve borçluların ehliyetlerinin kısıtlanamayacağına dair görüşleri bu kabildendir.

Akaide ait konularda genellikle Kur’an’ı esas aldı. Kur’an’a aykırı olan hadisleri ise uydurma olabileceği endişesiyle tercih etmedi. Hz. Peygamber’in Kur’an’a muhalif görüşte olmayacağını söyledi. Osman el-Betti’ye yazdığı risalede, “İnsanlara öğrettiğimiz şeylerin en hayırlısı sünnettir.” diyerek Hz. Peygamber’in sünnetine vermiş olduğu değeri gösterdi. Vakar sahibi bir şahsiyet olan Ebû Hanîfe çok düşünüp az konuşan biriydi. O, takva sınırlarını olabildiğine gözetirdi. Dünyaya düşkün olan insanlardan uzak dururdu. Manasız ve lüzumsuz konuşmazdı. Sorulan sorulara az ve öz cevap verirdi. İslam fıkhını sistemleştiren Ebû Hanîfe, birçok şahsî meseleyi çözüme kavuşturdu; kişinin leh ve aleyhine dair hükümleri ortaya koydu ve ayrıca çok sağlam bir akide esasını zikrederek kendi mezhebini fıkhî ve itikadi açıdan vücuda getirdi. Aralarında birçok müçtehit ve fıkıh âlimi olmak üzere yüzlerce talebe yetiştirdi.

Tevhit hakkındaki düşünceleriyle ilgili şöyle söylemektedir: “Yüce Allah (zatı), sadece sayı yönüyle değil, ortağı olmaması yönüyle de birdir. O, doğurmamış ve doğmamıştır, ona hiçbir şey denk değildir. O yaratıklarından hiç birine benzemez. İsimleri, zatî ve fiilî sıfatlarıyla daima var olmuş ve var olacaktır. O, eşyaya benzemeyen bir “şey”dir. “Şey”in anlamı ise onun varlığının cisim, cevher ve araz olmadığıdır. O, tarif edilemez onun zıddı yok, rakibi ve benzeri yoktur. Allah (c.c.) birdir. Ancak sayılardaki “bir” gibi değildir. Çünkü buradaki bir, bazen ikinin yarısı olarak bilinir ve onunla sayıların önü açılır, bu ise sayılar bakımından vahidin tarifidir. Bu şekilde olan “vahid” ile Yüce Allah tarif edilemez. Allah vahiddir derken, zat ve sıfatı hasebiyle ortağı ve benzeri yoktur demektir. Yani onunla ikinci başka bir ilah yoktur. Doğmamış ve doğurmamıştır derken, Yüce Allah’ın değişikliğe uğramadığını ve sonradan meydana gelen, hadis bir şey olmadığını belirtmek ve her şeyin ona muhtaç olduğunu, onun ise hiçbir şeye muhtaç olmadığını belirtmek içindir. O, eşyaya benzemeyen bir şeydir derken, mevcudatta onun benzerinin olmadığını göstermek içindir.”
Bu konuyla ilgili olarak, büyük oranda İhlas suresinin anlamından hareketle tevhidi açıklamaktadır.

Hayatının elli iki senesini Emeviler, on sekiz senesi de Abbasiler döneminde geçti. Emevi valisi İbn Hübeyre, Abbasiler döneminde ise Cafer Mansur kadılık teklif ettiyse de bu teklifi kabul etmedi. Emevi valisinin teklifini reddettiği için hapse atıldı, dövüldü. Emevilerin ehlibeyte karşı sert tutumları başlayınca Ebû Hanîfe bu durumu eleştirmekten geri durmadı. Hatta Zeyd b. Ali’nin ayaklanmasını hem maddi hem de manevi olarak desteklediği söylenmektedir. Abbasilere karşı mutedil tutum takındı, Abbasiler döneminde çıkan ayaklanmaların kanlı bastırılması üzerine derslerinde Abbasi yönetimini de eleştirdi.

Abbasi yönetimine karşı aldığı tavır sebebiyle Bağdat’ta hapse atıldı. Bir rivayete göre hapiste diğer bir rivayete göre hapisten çıktıktan üç gün sonra, 767 yılında vefat etti. Zehirlenerek öldürüldüğü de rivayet edilmektedir. Bağdat’ın Hayzaran semtinde metfundur.

Eserleri:

1- el-Âlim ve’l-müteallim: Ebû Hanîfe’den Mukâtil aracılığıyla rivayet edildi. Ehl-i Sünnetin görüşlerini açıklayan, soru-cevap tarzında ele alınan akaide dair konuları içeren eserdir.

2- el-Fıkhu’l-Ebsat: Akaitle ilgilidir. Oğlu Hammad ile talebeleri Ebû Yusuf ve Ebû Buti tarafından nakledildi.

3- el-Fıkhu’l-Ekber: Akaide ilgili tüm konuları içermektedir. Ehlisünnetin görüşleri burada özetlendi. Ebû Buti el-Belhi rivayet etti. Birçok kişi tarafından şerh edildi.

4- Risâletü Ebi Hanîfe: Osman el-Betti’ye hitaben yazıldı. Kendisine yöneltilen itiraz ve ithamları içermektedir.

5- el-Vasiyye: Akaide dair kısa bilgileri içermektedir.

6- el-Müsned: Ebû Hanîfe’nin görüşlerini dayandırdığı rivayetleri ele alan bir eserdir.

Fotoğraf: İmam-ı Azam'ın Bağdat'ta bulunan türbesi.

Kaynaklar:

1) Nevzat Bakırcı, Mergınânî’nin El-Hidâyesi’nin İbadetler ve Nikâh Bölümlerinde İmameyn’in İmam A’zam Ebû Hanîfe’ye Karşı Birleştiği Görüşler, Bartın Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Temel İslam Bilimleri Ana Bilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Bartın, 2019.

2) Zekerya Sarıbulak, Ebu Hanife’den Matüridî’ye Hanefî İtikadının Gelişim Süreci, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Temel İslam Bilimleri Ana Bilim Dalı, Doktora Tezi, Van, 2019.