Celal İnce

1o mart 1922’de Adana’da doğdum. Çocukken yaramazdım. Dokuz aylıkken yürümeye başlamışım. Yaramazlıklarımdan -babam hariç- herkes illallah demişti. Hele ilkokul çağında patlamadık kaşım, kırılmadık elim, kesilmedik bacağım kalmamıştı. Kaşımdaki yara o günlerin hatırası. Bütün bu haylazlıkların izi olarak ve "eyvallah" diyerek taşıyorum işte... 1o-12i yaşlarımdayken evimizin damında uçurtma uçururken, bir an kendimi havada buluverdim. Dört metreden zemine düşüp kolumu fena halde zedeleledim. Günlerce kolum alçıda kaldı.

Yine bir çocukluk anım: Adana’da sıcak bir havada serinlemek için büyük bir dereye girdik. Çocukluk bu ya! Oynarken ben hiç farkında olmadan derenin dibini boylamışım. Arkadaşlar benim ortadan kaybolduğumu görünce aramaya başlamışlar. Nihayet biri benim suyun dibinde upuzun yattığımı görmüş, dalarak kıyıya çıkarmış. Sahilde başaşağı sarkıtılıp epey hırpalandıktan sonra zor kendime gelmişim... Daha sonraları o arkadaşımı nerde görsem, boynuna sarılır öperdim. Hayatımı borçluydum ne de olsa...

Çocukluk yıllarımı, 1954 yılında Radyo Alemi dergisinin isteği üzerine anılarını kaleme alan babam Mustafa İnce’nin sözleriyle aktarayım: "Bir zamanlar sinemaya ve futbola çok fazla merak sardıran Celal, evde kapıdan giren ve budak deliğinden sızan ışıkla sinema oynatmış ve "Onbir Ateş" namıyla aynı yaştaki çocukların teşkil ettiği takımda kaptanlık etmiştir." Gerçekten de küçüklüğümde müzikten sonra en çok ilgilendiğim şey spordu. Tel üzerinde yürümekten kendimce akrobasi yapmaya kadar her şeyi denerdim. Futbol tutkum ise çok fazlaydı. Beni eve sokmak neredeyse imkansızdı. 25 kuruşa aldığım meşin bir topla sabah evden çıkar, bütün gün güneş, yağmur demeden futbol oynardım.

Adana çiftçi memleketidir. Yazları sıcak, kışları ılık geçer. Kışları bazen günler süren yağmurlar yağar. İşte böyle yağmurlardan sonra çıplak ayaklı, üstü başı perişan çocuklar kapı kapı dolaşarak yanlış aklımda kalmadıysa "Bodi, bodi" diyerek, evde toplanan yağmur sularını üstlerine döktürür ve böyle ıslatılmalarına karşılık olarak da para toplarlardı. Ben de dört-beş yaşımda, bir gün ailemden gizli olarak başka bir mahallede aynı şeyi yapmaya yeltendim. Ama üşütüp hastalandım ve altı-yedi ay yatmak zorunda kaldım.

İlkokula Adana’nın en eski okulu olan İstiklâl Mektebi’nde başladım. Üçüncü sınıfa kadar orada kaldım. Sonra okulda görülen trahoma hastalığı nedeniyle bizi Gazi Okulu’na naklettiler. Dördüncü sınıftaki iyi, efendi ama o oranda da garip olan öğretmenimi hiç unutamam. Bu öğretmenim bana "579 Nuri efendi" (göbekadım Nuri’dir çünkü) diye seslenince, beni bir ürperti alırdı. Bu garip öğretmenim sınıfın en arkasındaki boş sıraya oturur, derslerin çoğunu oradan yaptırırdı. Musiki dersinde de beni arka sıraya çağırır, elinden hiç eksik etmediği tahta parçasıyla avuçlarıma dört-beş kere sopa vurur, sonra beni sınıfın ortasına gönderip şarkı söyletirdi. Acıma rağmen, yeniden dayak yememek için bu güç durumda şarkı söylerdim. Bugün hâlâ bu muhterem öğretmenimin söz ettiğim garipliği neden yaptığını bir türlü anlayamam.

Babam Mustafa İnci berberdi: İncelik Berberi. Sesi de çok güzeldi, ayrıca gayet iyi ut çalardı. İlk musiki zevkini babamın harikulade sesini dinleyip almışımdır. Onu büyük bir hayranlıkla dinler, zaman zaman çok etkilenip ağlardım. Ağaç tepelerindeki zamanımın çoğunu şarkı söyleyerek geçirirdim. Kulaklarım en ufak bir falsoyu hemen farkederdi, bir şarkıyı iki kez dinleyince öğrenirdim. Sesimin güzelliği yüzünden hep hanım kucaklarında dolaşırdım. Annem bu durumu severdi sevmesine ama başıma gelen olayların nedenini de nazar değmesine yorardı. Akşamları beni saatlerce tütsülediğini hatırlarım.

İlk radyo programı
Çocuk yaşlardan beri caz müziğine ilgi duyardım. Caz dediğim o zamanın dans müziği aslında. Gençlik toplantılarında şarkı söylemeye başladım. Babam da hevesimi destekledi. 1933-34 ders yılında yanı 11 yaşındayken Ankara’daki Musiki Muallim Mektebi’ne başladım. Buraya devam ederken, bir yandan da Gazi Terbiye Enstitüsü müzik bölümünde okuyordum. Altı yıl boyunca aralıksız müzik dinledim ve yalnız müzik öğrendim. Kemanımla geçirdiğim bu altı yılın değerini daha sonra çok daha derinden hissettim. 194o yılında mezun olduktan sonra Ankara’da Dördüncü Ortaokul’da müzik hocalığı yaptım. 1941 yılında Ankara Radyosu’ndan Mesut Cemil beni çağırttı. Nihad Esengin’e yolladı, o da bana mikrofon provası yaptırdı. Beğenmiş olacak ki tebrik etti ve radyodaki ilk konserimi bu olaydan kısa bir süre sonra verdim. Bu ilk konserimin şefi de Nihad Esengin’di, kemanı ise Fehmi Ege çalıyordu. "Mehtaba Sitem" tangosunu okudum. Ankara Radyosu’ndaki üçüncü konserimden sonra, düzenli olarak program yapmaya başladım. Ankara Radyosu Dans Orkestrası’nda altı yıl çalıştım.

Öğretmenlik devam ediyordu ama dört yıllık bir çalışmadan sonra Çankırı’ya tayin olunca bu işi bıraktım. İşsiz kalmıştım. Önce özel dersler vermeyi denedim. Bu sırada Fehmi Ege, Kavaklıdere’de açılan bir lokalde yalnız akordeon çalmamı teklif etti. Gecede 15 lira verecekti, hiç de fena değildi bu. Ama akordeonum yoktu, alacak param da... Neyse onu da hallettik, patron 425 lira ödeyerek bir akordeon aldı ve her gece benden 5 lira kesti. Nihayet 1 Haziran tarihinde Kavaklıdere’deki yazlık işimize başladık. İlk günler reklamsızlıktan çok sönük geçti. Fakat aradan 15-2o gün geçince işler değişti, gazino iş yapmaya başladı. Yalnız bu arada benim canım sıkılmaya başlamıştı. Çünkü her gelen şarkı söylememi istiyor, ben de buna yanaşmıyordum. En sonunda bunu "radyodan izin vermiyorlar" mazeretiyle hallettik. Tam dört ay bir kaç olaylı gece dışında gayet iyi günler geçirdik. Gündüzleri tenis oynuyor, öğleden sonra müzik ve akordeon çalışıyordum. Eylül ayı ortalarında bahçe kapanınca ben yine işsiz kaldım.